Just another WordPress.com site

En Son

Merhaba dünya!

Welcome to WordPress.com. This is your first post. Edit or delete it and start blogging!

“Fâni mevcudatın visali madem fânidir, ne kadar uzun da olsa yine kısa hükmündedir. Senesi, bir saniye gibi geçer; hasretli bir hayal ve esefli bir rü’ya olur…. “

 
 
 
 
     

 

Ya sen benden azat ol yürek Ya da ben senden
Yüreğim kanıyorsun, acıyorsun biliyorum
Bari sen söyle ne yapayım senin için
Hangi denizlere bırakayım SEN’i
Hangi şahadet yağmurlarında ıslatayım SEN’i
Hangi kutlu yolda koşayım SEN’in için
Hangi yolun yolcusu olayım SEN’in için
Söyle bana yürek söyle de onu yapayım…

 

 

… Ve bir kardelen açtı karların içinde sensiz, sessiz.
 Yüreğimde bir melteme tutulmuş kimsesizlik var.
Kalemimde son bir mürekkep damlası…
Şefika UÇAK
 

Hicret Eden Kalemim …

 

 

Bir kâğıt ve titrek bir kalem… Neden titriyorsun ki kalemim? Bugüne kadar kâğıdın önünde eğilmeyen başın nerede? Kendinden emin, o her şeyi bilen ve tartan terazine ne oldu? Seni bu kadar mahzunlaştıran, terazinin kaldıramadığı güllerin ağırlığı mı? Öznesiz kurduğun, sevgiden ve muhabbetten uzak, bencil cümlelerin nerede şimdi? Tükenmez zannettiğimiz kalemler, bitmez dediğimiz sevgiler çoktan göçüp gitmedi mi? Gel, sahip olduğumuz her şey tükenmeden, kokusu bugünlere ulaşan gül çağına seyahat edelim. Artık yüzleşme zamanı geldi sevdiğimizi zannettiklerimizle…
Yer Mekke… Yer Medine… Haneleri, hanedanları güle boyanan beldeler. Hissediyorsun değil mi kalemim bu eşsiz kokuyu? Hayatımız boyunca görmüş müydük böylesine mütebessim, böylesine pak sîmâları? Üzerimizdeki bu pamuk elbise, sâde bir sevginin kaftanı olmalı. Nasıl unuturum? Bu kıyafetleri ne gurur, ne kibir giymişti. Ayaklarım yanıyor kalemim! Aşktan kızgın, kirden arınmış bu çöl kumlarında. Kopmuş takvimlere inat yürüyorum sonsuzluğa. Ben hiç yalınayak toprağa basmamıştım ki…
Burası felekleri tutuşturan aşkın merkezi, burası rahmet vadisinden âb-ı hayat dökülen belde. Ey güneşi bağrında taşıyan şehir! Ey kıskançlık ve muhabbetin birbirine küs olduğu şehir! Gül’e hasret olan beni ve mahcup kalemimi misafir eder misin bağrında? Biz ki günaşırı sevmeler şehrinden, her zerresini sevginin inşa ettiği muhabbet şehrine hicret etmek isteyen âşıklarız.
Bu, yanımızdan geçen, ömrünü biricik Sevgili’ye (sas) adayan Hz. Ebu Bekir (ra) değil mi? Bedeni, kuvveti, canı, malı ve dostluğuyla Peygamber’e (sas) siper olan, dünya malı adına neyi varsa bir an bile düşünmeden Sevgili uğruna infak eden Ebu Bekir! İslâm’ın davet yılında eza ve cefalarla karşılaşmış, Utbe bin Rebia’nın çivili ayakkabılarının darbesiyle, mübarek yüzü tanınmayacak hâle gelmişti. Kendine gelir gelmez ilk sözü; “Allah’ın peygamberi nasıl?” olmuştu ve yemin etmişti Efendimiz’in (sas) durumunu öğrenmeden yemek yemeyip, su içmeyeceğine. O, yaşadığı müddetçe her dâim Efendimiz’in (sas) dostu ve yoldaşı olmuştu. Hicret esnasında Resulullah’ın (sas) parçalanan, kanayan ayaklarını gözyaşlarıyla temizlemiş, Sevr Mağarası’nın boşluklarını kapattığı ayaklarını (ihtimal Kâinatın Efendisi’ni bir kez görebilmek uğruna) ısıran yılanın acısına, Kâinatın Sevgilisi (sas) uyanmasın diye tebessümle sabretmişti. O’nu (sas) öyle seviyordu ki, Sevgili’nin amcası Ebu Talib’in imanını, kendi öz babası Ebu Kuhafe’nin imanından daha çok arzu ediyordu. Ebu Bekir demek sevmek, Sevgili’yi (sas) kendine tercih etmek demekmiş kalemim! Şu hüzünlü bakışlardaki mânâyı çözebildin mi? İnanmışlık ve adanmışlık süzülüyor bu gözlerden…
Sevmek, huzur bulmakmış kalemim. Huzursuzluk nedir bilinmeyen bu şehirde, Sevgili’nin (sas) bütün güzelliğinin yansıdığı bu şehirde, ben de huzurluyum şimdi. Ayakkabıya alışmış ayaklarım acımıyor artık!
Şu küçük, kimsesiz çocuğun başını okşayan Hazreti Ömer (ra) değil mi? Hak ile bâtılı birbirinden ayıran Ömerü’l-Faruk. Adalete asıl mânâsını veren, adaletin en büyük temsilcisi… Neden korktun, neden ürktün ki kalemim? Aşka ihanet etmemişsek neden korkalım ki, doğunun ve batının kendisinden çekindiği Ömer’den. Gerçi sen de haklısın. O hep sâdık kaldı aşkına, riyasız bir sevgiyle bağlıydı Resulullah’a (sas). Zaten onun adaletinin kaynağı da, Sevgili’ye (sas) duyduğu bu aşktı. O aşk sayesinde, mâşûkunu örnek almıştı. “Kızım Fatıma bile hırsızlık yapsaydı, onun da elini keserdim!” diyen Sevgili’nin (sas) izinden, oğlu Abdurrahman’ı bile cezalandırmaktan çekinmeden gitmişti.
Korkusundan çoçuğunu düşüren kadına diyet ödemiş, zımmîlerden bir ihtiyara maaş bağlamış, hattâ ölümüne sebep olduğu bir kuş için bile müşaverede bulunmuştu. Sevmek, canından vazgeçmekmiş kalemim. Sevgili’ye (sas) o kadar müştak idi ki Ömer (ra), kılıcını kuşanıp bütün Kureyş’e meydan okuyarak hicret etti Medine’ye. Can endişesi taşımadan… Sadece Cânân’a (sas) kavuşmayı düşünerek… Ey yüce Ömer! Buğulu bakışların yıktı bütün dayanaklarımı. Sevda lügatımdaki kelimeler silindi gitti. Ellerime kar yağıyor çöl sıcağında; üşüyorum, titriyorum. Sevgili’ye (sas) aşkından bir nebze istesem, görebilir miyim yıldızlara ışık veren yüzünü? Yalnızlığım bana bir zindan gibi bakarken, seninle hükümlü olsam güle, kelepçemiz gülden olsa…
Ne görsem aşk bu şehirde, rüzgâr bile seviyor, okşuyor insanı… Ve Mescid-i Nebevî karşımda… Sağ köşede, hasırın üzerinde uzanan biri var. Üzerinde eski bir örtü… Hz. Osman (ra) bu… Bir defa olsun Peygamber’in (sas) yüzüne dikkatlice bakamayan, hayâ sahibi insan. O’nun (sas) huzurunda, başındaki kuşu kaçırmak istemez gibi kıpırdamadan oturan, meleklerin kendisinden hayâ ettiği kahraman. Peygamber aşkıyla, öfkesini yok eden hilm sahibi Osman (ra). Neden utandın ki kalemim? Bugüne kadar yazdıklarından mı? Yoksa yazmadıklarından mı? Sevmek, sevdiğinin ahlâkıyla terbiye olmakmış kalemim. Ah, hayâ âbidesi Osman (ra)! Seni böylesi yakan, gözyaşlarının söndüremediği aşkından bir kıvılcım da bana versen. Ben de yansam senin gibi… Küllerimden çiçekler açsa, yüzü, Sevgili’ye (sas) bakan…
Şu kılıcı gördün mü kalemim? O kılıç ki Sevgili’nin sımsıcak aydınlığıyla büyüyen Hazreti Ali’nin (ra) kılıcı. O kılıç ki küfrün karşısında keskin, Peygamber (sas) huzurunda bir hurma dalı kadar narin… Ey aşkın fermanını yazan gül kokulu kılıcın sahibi! Kalemimi kılıcınla bilesem, ben de -Peygamber’in (sas) hicret ettiği gece yatağına yattığın gibi- canımı hiçe sayabilir miyim? Allah’ın rahmet soluğundan ibaret bu cana, aşkından bir tutam versen, korkulardan emin olarak feda edebilir miyim kendimi?
Bir bir seyreyle kalemim. Edep, tevazu, fazilet, muhabbet âbidesi, peygamber âşığı sahabe efendilerimizi. Hz. Bilâl’i (ra) meselâ. Demirden gömlekler giydirilerek güneşte kavrulduktan sonra Mekkeli çocukların elinde sokaklarda dolaştırılan, bütün işkencelere “Ehad, ehad!” haykırışlarıyla mukabele eden, taşınamaz taşları bağrında Sevgili’nin (sas) hayaliyle taşıyan Bilâl’i (ra). Her gün beş vakit, asırlara meydan okuyan sesiyle Sevgili’yi zamana müjdeleyen, muhtaç olan her sineye Sevgili’yi (sas) duyuran Bilâl’i (ra).
Anne ve babasının makamını Rasulullah’a (sas) veren, bu kutlu tercihle Peygamber ailesinden olan Zeyd bin Hârise’yi. “Sen, bizim kardeşimiz ve arkadaşımızsın.” dediğinde Sevgili, mescitten sevinç gözyaşlarıyla, uçarak çıkan Zeyd’i (ra). Sığınacak bir mecra ararken Taif’te Sevgili (sas), ona âdeta bir zırh olan Zeyd (ra) Hazretleri’ni. Taiflilerin attığı taşlar, toprak olmayı dilerken Hakk’tan, Taif halkına; “Bana atın taşları, incitmeyin Kâinatın Sevgilisi’ni!” diye yalvaran Zeyd’i (ra). Mute’de şehit olana kadar peygamber aşkıyla yanıp tutuşan, onu canından özge can bilen Zeyd’i.
Kalemim! Zikrini nefesinde taşıyan ağaçlardan yapılan kalemim! O’nun (sas) sevgisini dilesem, Nebi sevdasını dilensem ben de böyle yanabilir miyim aşkla? O’nu (sas) bilmek, sevmeye yeter mi? Bir el uzanışı kadar yakınken O’na (sas), canımdan yakınken, sinemde incim aynı zamanda çilemken, sürgün düştüğüm beldeden aşk şehrine gelmişken yıldızlar kadar uzak düşer miyim O’ndan? Ah, kalemim! Kalın dallı hurma korkulukları evim olsa. Hiçbir şeyim olmasa ama, O’nu (sas) bir kez görsem ve gömülsem mübarek ayaklarının dokunduğu bu mukaddes topraklara…
Bak kalemim! Sevginin öğretmenine bak! Peygamberin Medine elçisi Mus’ab bin Umeyr’e (ra)… Peygamber aşkıyla coşan yüreği, yerinde duramayan kalbi, ancak yine Sevgili’nin (sas) mübarek elleri dokununca okyanus derinliğine dönüşen Mus’ab’a… Uhud’da düşmanın dikkatini Efendisi’nin üzerinden çekmek için, şehadet şerbetini düşünmeden içen Mus’ab’a… Sancağı eline alıp, “Allahuekber” nidalarıyla meydana atılan ve önce sağ elini sonra da sol elini kaybedip sancağı pazularıyla tutan Mus’ab’a… Sancağı şehit olmadan bırakmayan ve en sonunda sancakla birlikte toprağa düşen Mus’ab’a…
Gör kalemim! Hepsini gör! Halid bin Velid’i, Abdullah ibn-i Mesud’u, Hz. Sümeyye’yi ve her biri bir yıldız olan sahabe efendilerimizi gör! Hazreti Sevban’ı gör, meselâ. Bir gün Peygamber’e gelip, “Ey Allah’ın Resulü! Sen bana nefsimden daha sevimlisin. Sen’i (sas) çocuğumdan daha fazla severim. Evimde otururken hatırlayıp da gelip Sen’i (sas) göremezsem rahat edemiyorum. Sen’in (sas) ölümünü ve kendi ölümümü düşününce hâlimden endişe ediyorum. Biliyorum ki, Sen (sas) Cennet’e dâhil olduğunda peygamberlerle olacaksın. Benimse Cennet’e girmem şüpheli. Girsem bile, Sen’inle (sas) beraber olamamaktan korkuyorum.” diyen Sevban’ı. Sevgisinin tertemiz gözyaşları Rahmân’ın kapısına düşer düşmez, “Kim Allah’a ve Resulüne itaat ederse, işte o Allah’ın kendilerine lütufta bulunduğu peygamberler, sıddıklar, şehitler ve sâlih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaşlardır.” müjdesine mazhar olan Sevban’ı.
“Sevmek, Allah’a ve Resulüne itaat etmekmiş” diyorsun kalemim, bildim. “Kır artık belimi sahibim, yazmak bana ağır geliyor!” diyorsun. “Göm beni gül kokan, aşk tüten bu topraklara… At beni sahabe yüreklerinde yanan ateşlere, at ki hakiki sahibime kavuşayım, yanıp kül olayım!” diyorsun. Yakarışın son bulsun artık kalemim! Seni buz gibi, asfalt yollu, gri renkli betondan şehirlere götürmeyeceğim. Cehaletle sırçalanmış, sevmeyi bir yük sayan, aşk fakirlerinin masalarına koymayacağım. Kim bilir belki nurdan bir kalem olur, na’tlar yazarsın Sevgili’ye. Sevgiler şehrine, Sevgili’nin şehrine göçen kalemim, hicretin kabul olsun. Atıyorum seni Mekke çöllerine, fısıldıyorum kulağına, “Anam, babam sana feda olsun ya Resulallah!” diye. Yakıyorum, gün aşırı sevmelere alışmış benliğimi ve dönüyorum yüzümü sadece Sevgili’ye… En Sevgili’ye…
Yasemin Açıkgöz
 

 
 
 

Ge­ce­ler­de sak­lı sec­de­ler, kı­yam­lar…
 Tüm göz­ler­den uzak… Bi­len­le­rin bil­me­sin­den ırak…
 

Ey ölüm!

Ey, bu dünya hayatını öbür ikizine bağlayan göbek bağı!
Ey, dünya ile ahiret arasındaki sırlı kapı!

Ey, ölüm meleğinin bile geçmek zorunda olduğu ğaybi dehliz!

Ey, sevmeyeni seveninden çok olan kaçınılmaz kader!

Ey, çoklarının peşinen suizan ettiği!
İyi ki varsın. Senin olmadığın bir dünyada yaşamak istemezdim.

Zaten böyle bir dünya yaşanacak bir dünya da olmazdı.

Düşünsene ey ölüm,

farzı muhal sen ölmüşsün, insan ölümsüzleşmiş.

Ne olurdu şu yalan dünyanın hali?

Kim tutardı insanoğlunu?

Ne frenlerdi insanoğlunun ihtirasını?

Azgınları, sapkınları, zalimleri, kafirleri, hainleri, gafilleri kim zaptederdi?

 

Ey fani  …

Sen şimdi susuz bi çölde su arıyorsun

Ne seraplar gördün o gençliginde….
şimdi gerçek suyunu derdinin dermanı seccadeni arıyorsun ama onu kaybetmişsin…
Küstürmüşsün bir kere..sor bakalım seni hatırlamış mı?
o sana selenirken sesi duymazdan gelip o gençlik türkülerinin,şarkılarının sesini açıyordun diymi?
şimdi sen ona sesleniyorsun…
ey fani

Geçip giden bir ömür degilmiydi bu,
Gençlik türkülerine kulak veren!
Geçip giden bir ömür degil miydi bu,
Sahte dosluklara aldanan!
Geçip giden bir ömür degilmiydi bu ,
Yalan aşklara savrulan…

şimdi sen yalvarmaktasın Allaha
keşke…keşke…keşke

 

Muhammed (Sallallahu Aleyhi Ve Selem)
Ben, haklı bile olsa tartışmayı bırakan kimse için Cennet’in kenar taraflarında,

şaka bile olsa yalanı bırakan için Cennet’in aşağı kısımlarında,

ahlakı güzel olan içinse cennetin en yüksek kısmında bir eve kefilim.

(Ebu Davud, hd no:4800, el-Elbani “es-Sahiha”da hadisi sahihlemiştir. hd no:273) (sf. 9)

Muhammed (Sallallahu Aleyhi Ve Selem)

 

ALLAH’ ım biraz inşirah biraz nefes…

hayr ola…
her adım…
her an…
biraz da inşirah ola…
biraz da nefes…

 

Copyright ©2009 KARDELEN™

 

“Sükût-u lisan, selamet-i insan!”

 
   
 
     

 

BÜTÜN DÜNYA BENİM OLSA GAMIM GİTMEZ NEDENDİR  BU,

EZELDEN GAM TURABIYLA YOĞRULMUŞ BİR BEDENDİR  BU,

ARKADAŞ,TERKETME İNSAFI, MAKAM-I İMTİHANDIR  BU,

 GELEN GİDER GİDEN GELMEZ İKİ KAPILI HANDIR  BU…

 

Yüreğinin sesini biraz daha aç; Çünkü hiçbir "gül" topraksız,

Hiçbir hayat "umutsuz" yeşermemiştir…

Yaşıyor olduğumuz gerçeklikle seni anlamak…
 

 

SENİ ANLAMAK ve anlatmaktan ne kadar uzak olsak da sen şefkatin ve ünsiyetinle bize o kadar yakınsın. İdrak sınırlarımızın, fehim derecemizin, kavrama kabiliyetimizin çok üzerinde olmanla birlikte anlayışın, sevgin, ilgin, merhametin bütün sınırları kaldırıveriyor; bizden biri kılıveriyor seni…

Öyle olmasan bize nasıl örnek ve önder olabilirdin; hidayeti ve dalaleti, nuru ve narı nasıl ayırır da sırat-ı müstakime erişirdik.

Elest Meclisinde “Bela” cevabını vermeseydin yokluğa yuvarlanmaktan kurtulabilir miydik? Hamd zikrin olmasaydı o mecliste, kâinat mükevvenatıyla varlığa merhaba der miydi?

Atomun etrafında mevlevivari dönen her elektron, galaksilerin merkezi etrafında sa’y eden her yıldız; coşkuyu zikrinden ve nurundan almıyor mu?

Yine sen hasta oluyorsun bizim gibi, üşüyorsun, acıkıyorsun, söküklerini dikiyorsun, ailenle problem yaşıyorsun. Küçümseniyorsun kavmince, alaya alınıyor, hafife alınıyor, belki de ağlıyorsun gizlice… Bir kadını seviyorsun – Hz. Hatice- o kadın da sana âşık…

Zaman ötesine, mekân dışına çıkıyor ebediyetlerde geziyorsun; cenneti cehennemi görüyor, bizim gayben inandığımıza bizatihi müşahede ediyor, hakkal yakin görüyorsun. Rabbül Âlemin olan Cemil-i Zülcelâl vel ikramla perdesiz ve hicapsız görüşüyor, bütün isim ve sıfatlarını bütünüyle ayine oluyorsun…

Yine sen elinde kılıç ashabınla beraber savaşa gidiyor, yaralanıyorsun, dişin bile kırılıyor. İstişarede görüşün çoğunluğun karşısında kalınca çoğunluğa uyuyorsun.

Ya Taif, kim dayanabilir ki buna. Yine de “Bilmiyorlar deyip” bedduada bulunmuyorsun. Ufacık bir diken batınca dünyayı velveleye veren bizlere başka nasıl örnek olurdun? Küçük bir sözden öfkeye kapılan bizleri de dışarıda bırakmayışın; şefkatinin genişliği ve derinliğinden.

Evvel, Ahir, Zahir, Batın isimlerinin yansımasıyla kâinatın her zerresinde, zamanın her anında nurun var. Beşer olarak öldün; her insan gibi, her nefis gibi. Ölümsüzlük adresini bıraktın giderken.

Kâinatın kalbini okuyan Kelam- ı Ezeli sana indi, senin kalbine, senin hayatına… Ama sen ümmisin. Ümmiğinle bütün milletlere muallim oldun; ne güzellik erişmişse insaniyete senden yansıma, nurundan bir şule.

Seni sevmeyi aşk ifade edebilir mi? Aşk nedir ki seni sevmenin yanında? Seni anlamak, idrak duvarlarının ötesinde olsa da bu aklımız, bu kalbimiz, bu latifelerimizle anlayabildiğimiz kadarıyla anlıyor, sünnetine ittiba ediyoruz. Cüzi mi cüzi bir irade var elimizde, iktidarımız kısa; şefkatin ve nurun yetişmese yine karanlıklarda, yine yokluklarda yuvarlanıyor olacağız.

Bazen olur ki bilemediğimiz, ifadelendiremediğimiz bir sıkıntı doğar içimizde; senin nurundan uzaklaşmamızdan olsa gerek. Yine aynı sıkıntı birden kayboluverir; ümit güneşi doğar, bütün kâinatı avuçlarımızın içinde, kalbimizin kıyısında buluruz. Bütün kâinatı aydınlatan nurun aklımıza, kalbimize, duygularımıza da aydınlatmıştır…

Şefkatindir yetişen, re’fetindir ünsiyet veren. Kâinat emrindeyken Ashabına kalkıp su dağıtman; kâinat dolusu hamd getirmeli, zerrat adedince salât ve selam getirmeli böylesi Peygamber’e (a.s.m.) ümmet olduğumuzdan…

Semavat ve arz nurunla ayakta duruyor; bize de şefaat et ki imanımız da ayakta dursun, Ey Allah’ın elçisi, Ey Rahman’ın Habibi (a.s.m.)… Dünya kazuratlarından kurtulalım, hidayet rızkıyla rızıklanalım, af ve afiyete erişmekle şifa bulalım.

Yaşıyor olduğumuz gerçeklikle senin hakikatini anlamamız mümkün değil; bizi bu halimizle ümmetinden eyle; dünya ve ahiret sıkıntılarımızda himmetin, şefaatinle yanımızda ol; Ey “Ol” deyince her şey oluveren, Kadir i Küllü Şey ve Cemal-i Bakiye’ye en yakın olan… Kâinatın zerratı adedince ebede kadar Salatü Selam senin ve Ashabının üzerine olsun… Seni sevenlerin sana ettiği bütün Salatü Selamları aynıyla

 takdim ediyoruz…

Ebeden daimen…

Hüseyin Eren

 

 

Alem bir aşk için yaratılmış ve Aşk imiş her ne var alemde!…. 

Ne garib;

buralarda terk edilen ile

terk eden bir.

ya “bir olan”a vefa ne alemde!  

 

Ahmed, Mahmud ve Muhammed olanın aşkına!
Üşümüşse ruhun, namazın sıcaklığına sığınıp gelmez misin kendine…
Oruç, melekleri görünür kılmaz mı?
Dünya kayalıklarının uçurumlarında zekat elimizden tutmaz mı?
Hacılar Kabe yollarına döküldüklerinde çöller aşka boyanmaz mı?
Kandil geceleri sadece mahyaların ışığı mı yanar?
İçimizin kandilleri yanmaz mı?
Yeter ki yokluğun kapısında ol ve varlığın kapısı çal.
Çözülür o zaman muamma.
Şerh eder canını ulu bir sultan.
Yeter ki kapıda ol.
Suretinden çıkarak, dünyayı ardında bırakarak.
Gül yaprağına düşen çiy de bir şey söylemez sana…
Hele bir leylaklar arasından geç bakalım, duymaz mısın İsa nefesini…
Teslim ol ve bekle.
Seni de bulur bir tecelli rengi…
Bir bahara uyanır, o zaman çiçeklerinin boyunların bükük olmadığını
ve hiç solmadıklarını görürsün.
Sarı yapraklar dünyada kalır, sen ebedi bir baharın soluğuyla dirilirsin.
Gördün ki sen yok oldun.
Aşk dirildi…

Mustafa ÖZÇELİK

 

Kalbin secde ediyor mu?

Kalbin secdesi, âzaların secdesi gibi değildir.
İnsanın âzaları, yüzü ve elleri secdeye gider. Burası açık.
Fakat âzalar secdeye gittiği gibi secdeden gelir de.
Yani insan ne kadar secdeye kapanıyorsa, o kadar da secdeden kalkar.
Kalkmayacak olduğunu bilen kaç kişi secdeye gider?
Azalar kalkabildikleri sürece secdeye kapanırlar.
Kalp ise kalkmamak için ve kalkmamak niyetiyle secde eder.

 Bir kere secdeye kapanmaya görsün,
bir daha kalkmaz, kalkmayı istemez, beceremez de zaten.
Ey talib, asıl marifet kalbin secdesidir;

âzaların secdesinden maksad da kalbi secdeye davettir.
Sen bak bakalım, kalbin hiç secde ediyor mu?
Nedir secde? diye soruyorsun.
Bir kere daha söyleyeyim: Secde hiç olmaktır, hiçleşmektir.

Hiçleşmek ise, aslâ bir daha kalkamayacağın
bir biçimde yüz sürmektir toprağa!
Sen bu secdenin izini, alınlarda değil, kalplerde ara!
Eğer bir kalpte bu türden bir secdenin izini buluyorsan, hiç tereddüt etme,

yüz süreceğin
toprağı bulmuşsun demektir.
O hâldeyken bırak kalbin o kalbe secde etsin!
DÜCCANE CÜNDİOĞLU

 

 

Yaralı, dillerde hep yâr!
Mahcup, mücirim, göğe açılır kollar
Gökten yağmur yağmur pişmanlık yağar..
Amin der melekler tevbelerine…

 

Gönlü secdede olana kâinatın hangi köşesi gurbet, zamanın hangi karesi karanlık,

mekânın hangi kesiti kesret? Kâbe çok mu kalabalık, secdeden başka kim var orada;

ne eş, ne dost, ne keder, ne kesret, ne yalnızlık…

 

Copyright ©2009 KARDELEN™

 

Ya söyleyen, irşâd eden bilgin ol, ya dinleyen, belleyen kesil; üçüncüsü olmaktan sakın… Hazreti ALİ Aleyhisselam…

   
 
   
 
 

Güller diyarına kırmızı bir gül de benden ulaşsın kuşların kanadıyla
Gözyaşları nehrine bir damla da benden ulaşsın yagmurların damlasıyla
Aşıklar yurduna bir sevda da benden ulaşsın bülbüllerin hoş sadasıyla
Vuslat kapısına bir bâd-ı saba da benden ulaşsın “Selam Ey Yâr” nidasıyla…

 

Konuşulanlar kalpten çıkarsa kalbe kadar girer ama dilden çıkarsa kulağı aşamaz."

”Sükûn" Elbisesi…

 

SIKINTILI SÜREÇLER duaları sıklıkla sürdürmemiz gereken zamanlardır. Daraldıkça dualar genişler, musibet kalınlaştıkça ruh incelir. Harici olduğu kadar dâhili sarsıntılarda sarsılmamak “sabır sadır” taşımakla mümkündür.

Eleklerden elenmeme garantisi kimsede yok, her birimizin içinde nefis olduğu gibi, şeytan hepimize musallat oluyor. İnsi ve cinni parmaklar da dolaşmaya devam ediyor. Hele bir de ahir zamanın deccalist ve süfyanist fırtınaları kavuruyorsa, kalbi istikameti bulmak ve onda kalmak kolay mı?

Dua mahsulüdür nurlar… Nurları dua diye okumayı nefsimiz âmin diyebiliyorsa kalbimiz kolay yolun yolcusu demektir. Tesbihle başlayıp kusurunu itirafla biten bahislerin bize söylediği, söyleyeceği çok şeyler var…

Sükût zamanlardayız… Kelimelerin kifayet etmediği hatta kor gibi yaktığı demlerde en iyisi sükût elbisesini giymek… Sahabelerin yaptığını yapmak, ya hayır söylemek ya susmak… Pazarda karşılaşan ashabın Asr suresini okuyarak ayrılması gibi birbirinden ayrılmak ve yenileriyle bu şekilde buluşmak…

Dolduruluşa gelmemek ve dolmuşa binmemek gıybet girdabına girmemekle mümkün. Vehmin üflediği zanlardan kaçınmak bizi kor kelam etmekten koruyacaktır.

Yılanların, akreplerin hücumunda sinek bahanelerle sadırları yaralamak kime ne fayda? Uyuyan fitne duyguları uyandırmanın maslahatı ne?

Hizmet şiarımız tenkidi terk, şevke teşvik olmalı değil mi? Tenkit etmemek faziletse, tenkidi göğüslemek ayrı bir fazilet sayılmaz mı? Tenkit edeni tenkit ediyor demek de bir tenkit değil mi?

Niyetlerin ruhu yoksa ameller ne işe yarar? Ney nefessizse neyleyeyim neyi…

İhlâsı tarif eden ariflerden birisi der ki; “Övüldüğünde ve yerildiğinde değişmeyen, ihlâs sahibidir.” Rüzgârlarda sakin bir duruş sergilemek köklü bir iman göstergesi olsa gerek.

Arif inceliği ile herkes kendini ölçebilir.

Kâinattan kopuk, ölümden ayrı hayatlar sığlıkta boğulmaya yakındır. Hayatı ölümle soluyan hikmet bahçesinin gülleriyle güler. Dikenler batsa da bilir ki, asıl olan gül güzelliğidir. Kardeşine gülerken dikenine dikkat etmez. Batsa da, goncanın Yusuf güzelliğiyle kendinden geçmiştir çünkü…

Birbirimize Yusuf yüzler hasretiyle bakamıyorsak bıçakların kestiği parmak acısından çok ağlayacağız demektir.

Her on beş günde bir okunması tavsiye edilen bahsin sonu ne güzel bir dua ile son bulur: “Allah(celle celalüh)ım, İhlâs suresinin hürmetine kendi iradesiyle ihlâslı olan ve Senin ihlâslı kıldığın kullarından eyle”

İncelmiş bir ruh haliyle bu duayı on beş günü beklemeden her gün, her saat okuyabilirsek sıkıntılardan sıyrıklarla kurtulabiliriz.

Fırtınalı zamanda sükûn elbisesini giyen Yusuf bahçesinde bir gül kalabilir. Değilse de, sonu nefessiz neyin sonundan farklı olmaz.

Hüseyin Eren

 

 

"Hayra niyet edince acele et ki, nefsin seni yenip niyetinden caydırmasın…

Hazreti ALİ Aleyhisselam

(RadyaAllahu Teala Anh.-KeremAllahi  Veche Hu…)

 

"Zikir kalbin gıdasıdır; gıdasını almayan kalp zayıflar sonra da ölür.

Kalp ancak zikir ile beslenir, kuvvetlenir, tatlanır, manen hayat bulur…

Seyyid Abdülbâki el-Hüseynî (ks)

 

"Ey evlat! Önce nefsine öğüt ver.

 Onu yola getir, sonra başkalarını,Senin henüz ıslaha muhtaç hallerin var.

Gözlerin bir adım ötesini görmüyor.

Körleri neyinle yola getirmek sevdasındasın…

Eş-Şeyh Seyyid Abdülkadir Geylânî Kuddise Sirruhu….

 

Gönlü secdede olana kâinatın hangi köşesi gurbet, zamanın hangi karesi karanlık,

mekânın hangi kesiti kesret? Kâbe çok mu kalabalık, secdeden başka kim var orada;

ne eş, ne dost, ne keder, ne kesret, ne yalnızlık…

 

Copyright ©2009 KARDELEN™

 

Ne varsa aradığım bilki sende bulmuşum..Senden öncesi yoktu,seninle var olmuşum..

 

   

Ne varsa aradığım bilki sende bulmuşum…Senden öncesi yoktu,seninle var olmuşum..

Sende bütün umutlar,sende bütün duygular..Beni sende arama,ben artık senin olmuşum.

 
 

Avuçların açıldığı,
gözlerin yaşardığı,
 ilahi esintilerin kalpleri okşadığı anın bir asra bedel olduğu
bu gece dualarda buluşmak dileğiyle ..
Rabbi Rahman, Mevlid Kandilinin hayırlara vesile olmasını nasip etsin..
Bütün Islam Aleminin Mevlid Kandili Mübarek olsun..
Muhabbetle..

Hakiki aşıkların sana doğru uçarken bizim bu yaptığımız yolda emeklemek!!!

 

  

   
 
 

Ağlamak ;mütessir ruhların ferahlama gayreti,
Ve vicdanda yanan ateşi söndürme hamlesidir..
Heyhat!! Öyle bir zaman dayız ki
insanlar ağlanacak hale güler ,gülünecek hale ise ağlar olmuşlar…

Hakiki aşıkların sana doğru uçarken bizim bu yaptığımız yolda emeklemek!!!

 

Bugüne kadar hiç aç kalmadıysan,
hep aç kalanların ekmeğini yemiş olabilirsin.
Birilerini aşırı doyuran, birilerini de aç bırakan
bu zalim paylaşımın aşırı doyanları arasında kalma.
Dağıt! Nasılsa dağılacaksın!
Senai Demirci

   

Yapraklar…  

YAPRAKLARIM DÖKÜLÜYOR önüme; siyah ve beyaz… Beyazı siyaha galip gelmek üzere olan ömür tellerim saçılıyor eteklerime… Tutamıyorum ve tutunamıyorum rüzgârların önünde savrulmaktan… Azalan ve ağaran saçlarım değil; ömrün imbikleri çözülüyor…

Aşinası olduğum hıyabanda yürürken yaprakların sarı şarkısı kulaklarımı dolduruyor. Hüzünden kırılıyor, kıvrılarak uçuşan sarı sundukçalar… Durakta dururken ayağıma takılan bir yaprak direniyor; ne ki uçmaktan kendini kurtaramıyor yine de…

Bakakalıyorum ardından, geleni beklerken… Hep bekliyorum zaten; yürürken de otururken de… Kıskanç bir sevgili gibi geçti geçen bahar, sonunu tutabildik sarı baharın… Yağmur gözlerden hüzün yağıyor akşamlarıma… Kışa kaç kaldı?

Kırk yaprak uçtu başımdan… Yarısına yakını ak, kalanı kara kaldı… Kar yağacak biraz sonra, eteklerinde biriktirdiğim güneş rengi yapraklar beyazlara bürünecek…

Kıştan kaçılır mı? Korkunun kışa faydası var mı? Kim kurtulmuş ki kıştan? Uyuma mı, ayılma mevsimi mi kış? Kışların kışkırttığı düşünceler nerelere uçurtuyor?

Dışım sarı, içim sarı sorularla uçuşuyor. Her bahar soru yapraklarını okutmak için geliyor. Cevap meyvelerini yiyen çam yeşili zeytin dalıyla karşılar kışları… Bal hakikatleri tadan üşümez kışta-kıyamette… Kavurucu rüzgârlar koparamaz çınar köklü kalpleri…

Ne gam dışarıda kış varmış, içimin çiçekleri bahar yağmurlarıyla besleniyorsa… Sarı sundukçalar sıra sıra önümden giderken gidiş adreslerini okuyabiliyorsam; ne keder…

Baharda dirilen, kış kederinde ölmez. Yaprakların yazdığını okuyan, kışta kardelenleri koklar… Gönlünü sarı yapraklarla saran, soğukta solmaz.

Yazı yiyerek yitiren, sarı baharın solgun yaprakları gibi kışa üşüyerek girer… Kaçamadığı kışa sürüklenerek gitmek ne acı… Aç yürekle kış kıtlığı katlanılır mı?

“An” yaprağını malaniyat kurtları kemiriyorsa ömür ağacı meyvesiz girecektir kışa… Kalın kütüklerin külleri savrulacak kışın ayazında… Ne bir nefes sevgi, ne bir dost yüz görebilecek karanlıkta…

Ah, sarı sandıkların sakladığı sırlar, sarartınız benzimi… Yaprak yaprak dökülen yıllarda yoruluyor yüreğim… Çam yeşili çınar kuytularda örtünmek istiyorum… Kaçamadığım kışa kaç kaldı bilmem ama kıymet bilemedim geçen yazların, baharların…

Soru sordum sarı yaprağa, dayanamadı uçtu gitti, beni izle der gibi… Titrek dizle yürüyorum ardından yalnız be yalnız… Hüzünle bakıyorum geriye, umutla bakmak istiyorum ileriye… Beyaz ümitler belirsin başımda, karamsarlıklar dökülsün kalmasın kışlara…

Bu yaprak dolduğu gibi, ömür yaprağı da dolacak, siyah veya beyaz… Beyazlar galipse yaprak hakikatler iyi okunmuş demektir, yoksa yırtık yıllar üşütecek bizi.

Gerçeğin gerçeği açıldığında yapraklarımız serilecek önümüze… Uçtuğunu sandığımız yılların bir yaprakta toplandığını görecek gözlerimiz…

Bir yaprak uçtu önümden; soluk soluğa sürükledi sarı sokağa doğru… Sarı sorular sordum, yeşil cevaplar verdi yeşil yolda yürümem için… Yürüyorum servilerin dökülmeyen yapraklı yollarında… Yalnız ve de yalnız bir yaprak misali…

Hüseyin EREN 

21/11/2005

 

 

GENÇLİK ;
hayatın belli bir çağı ile ilgili değildir.
İnsan imanı derecesinde genç,şüphesi derecesinde yaşlıdır.
Kendine güveni kadar genç, korkuları derecesinde yaşlıdır.
Ümitleri derecesinde genç, ümitsizliği derecesinde yaşlıdır…
 

 

Ağlamak ;mütessir ruhların ferahlama gayreti,
Ve vicdanda yanan ateşi söndürme hamlesidir..
Heyhat!! Öyle bir zaman dayız ki
insanlar ağlanacak hale güler ,gülünecek hale ise ağlar olmuşlar…

 

 
 

İsyanınız nefsinize ,iteatiniz RABBİNİZE olsun…

 

 
   
 
 

Allah’ı hatırlamak sermayedir
Akıl ve sağduyu varlığımın kökleridir.
Aşk varlığımın temelidir.
Şevk hayatımın aracıdır.
Allah düşüncesine dalmak yoldaşımdır.
İnanç gücümün kaynağıdır.
Hüzün arkadaşımdır.
Bilgi silahımdır.
Sabır elbisem ve erdemimdir.
İlahi İRADE’ye boyun eğmek vekarımdır.
Hakikat kurtuluşumdur.
İbadet alışkanlığımdır.
Ve namaz gözümün serinliğinde, zihnimin sükunetinde yer alır.

Hz. Ali

Gözlerini kapat ve bana bak…Ben diye ne varsa gördüğün;
işte o senin yokluğundur…

   

Bir insan sahip olduğu şeyden ne isterse, efendisi kölesinden nasıl bir itaat beklerse, Allah’da kulundan bunu bekler.
İnsan makine alır, kendisi için çalıştırır, araba alır gideceği yere ulaşmak için; Allah da kullarını yaratmış, kendisine itaat etsin diye…
Kâinattaki her şey Allah’a itaat eder.
Toprak zerre zerre Allah’ın emrindeki, toprak gibi bir şeyden her şey yaratılıyor.
Yıldızlar ve gezegenler Allah’ın emrindeki, o çok büyük şeyler, hızla hareket ettikleri hâlde çarpışmıyor!
Gökte yıldızlara, toprakta köklere, suda balıklara, vücudumuzda hücrelere hükmeden Allah’tır. Her şey Allah’ın emrindedir!
Her ağacın yaprağı farklı, her yaprak topladığı enerjiyi köke veriyor. Kök, yapraklara su gönderiyor. Ağaç bütünüyle seferber olup, meyvesini veriyor… O meyveler de şifa kaynağı depolanmış insan için…
Güneşten gelen ışıklar, bulutlardan gelen sular, dağlardan gelen rüzgârlar insan için…
Kocaman kâinatı insanın hizmetine sokan Allah, insandan da kendisine “İTAAT” etmesini istemektedir.
İnsan vücudu bir çiftliğe benzer. Organlarımız o çiftlikte çalışan makinelerdir.
Allah diyor ki: “O çiftliği benim adıma çalıştırın. Çiftlikteki aletleri benim adıma işletin; size cennet gibi bir ücret vereceğim!”
Bunun tersini düşünelim.
Adam Müslüman… Eğer içki içiyorsa, kadeh tutan eli, gayrimüslim elidir.
Adam Müslüman… Haram lokma yiyorsa, ağzı gayrimüslim ağzı gibidir. Bu sebepten ‘Müslüman’ım’ diyenler, organlarını tek tek İslâm’a uydurmak zorundadır.
Aksi halde çiftlik Müslüman’dır, çalışanlar gayrimüslim…
Almanya’ya gittiğimde dediler ki:
“Sen de bir şeyler söyle…” Dedim ki: “Ey Müslümanlar! Mister Huk’a itaat ettiğiniz kadar, Allah’a itaat edin, evliya olursunuz!”
Camiden çıkarken, bir adam ağlaya ağlaya yanıma geldi.
“Ben…” dedi: “Amerikalı patronuma itaat ettiğim kadar, Allah’a itaat etmiyorum. Allah beni affeder mi?”
“Allah Rahman ve Rahim’dir. Tövbe et. Haramları terk et, sünnet-i seniyyeye ittiba et; çok muhterem insan olursun.”
Sahabenin geçmiş hayatını düşünün. Onlar bir tövbeyle her türlü haramı terk etmişler, her türlü helale ittiba etmişler. Ve mükemmel insan olmuşlar. Bu yol, herkes için açıktır…
Sen âmirine, kumandanına, patronuna, babana ve ustana itaat eder gibi Allah’a itaat etmeyi öğrenmelisin!
Sen, evini, barkını düşündüğün gibi, dinini imanını düşünmelisin!
Sen, parçalanan bir gemiden, okyanusa düşmüş kazazede de olsan, intihara hakkın yok, çırpınmalısın!
Sen, uzun yolların yolcusu değil, camiyi sokağa bağlamaya memursun!
“Rabb’im, nihayet Sana itaat edeceğiz…
artık ne kin, ne haset, ne de yaşamak hırsı,
Belki bir sabah vakti, belki gece yarısı,
Artık nefes almayı bırakıp gideceğiz…”
Hekimoğlu İsmail

 

 

La -Tahzen/ Üzülme…
‘Üzülme” der Mevlana…
ve
devam eder…
”Kaybettiğin her şey başka bir surette geri döner.”

 

İslâm, sıcağın “artık yeter” dedirttiği bir anda kızgın çöl kumlarına

yağmur damlalarının inişiydi.
İndi, iniyor yağmur damlaları. Güneşi doğmaya, rüzgarı esmeye,

 dünyayı dönmeye çağırıyor.
İnsanı, insan olmaya davet ediyor.

Yani adalete, barışa, doğruya, güzele…
Ve güneş doğudan doğuyorsa, hâlâ davet sürüyor,

birileri insanı fıtratına çağırıyor, hatırlıyor, hatırlatıyor…
Denizleri coşturan, semayı ettiren, arzı titreten kelâm asıl muhatabına,

 insana eriyor her yeni anla beraber…
Bir gün birisi çıkıyor, bütün aklarımıza kara diyor, karalarımıza ak.
“Yanlış mı görüyorum?“ diyor, gözlerimizi oğuşturuyoruz.

Karışıyor gözlerimiz, bakışımız. O karışıklıktan sonra ya gerçekten görüyor,

açılıyor gözlerimiz, ya ebedi körlüğe mahkûm oluyoruz.
İşte Rasulullah Efendimiz’in daveti buydu.

 Ters yönde giden akmaya alışmış suların yönünü değiştirmekti.

 O ve arkadaşları çöl fırtınalarına karşı yürüdü.
Bir yol açıldı önümüzde o yürüyüşten.

 Şimdi bize, o yolda her gün yeni bir yol arkadaşıyla yürümek düştü.

İlk daveti hatırlayıp hatırlatarak…

 

”İnsan seveceği kimseyi iyi seçmeli, ona göre sevmeli…”
”Kim olduğun değil, kiminle olduğun önemlidir…”

 

 
 
 
 

Derin yaralar açan bir hezeyanın eşiğinde, hicret izni beklerim ben, sessizce, sabırla…

 
   
 
 

Esselâmu aleyke yâ Rasûlallâh!
Esselâmu aleyke yâ Hâteme’n-Nebiyyîn!
Esselâmu aleyke yâ Fahr-i Âlem, Ahmed ü Mahmud,

 nur Muhammed Mustafâ’mız!..
Selamlarımı yolluyorum, acziyetimle…

 Götürmek için yarışan meleklerle, duâlarınızı bekliyorum Efendim…

Dokunma artık yüreğime,kalemin, kelâmından keskin nazarın uzaklığından…
Yakınlığın yakışından…Derin yaralar açan bir hezeyanın eşiğinde,
hicret izni beklerim ben,
sessizce, sabırla… 

 

   

Suskunluğun derinliğinde çağlamak…  

HANGİ NEFİS temize çıkarılabilir, içinde iman taşıyan hangi kalp küçümsenebilir? Küçük işler, küçük hesaplar, küçük makamlar, küçük hazlar peşinde koşmak; ne kadar haysiyet küçültücü, kalbi perdeleyici, zihni örtücü, idraki daraltıcı…

Bu bana böyle dedi, şuna şöyle dedi, buna öyle baktı; fasit dairede kazananı olmayan mücadele… Galibi de mağlubu da bir, konuşan kaybediyor, dinleyen zarar ediyor… Sükûn içen içini temizliyor, sabır soluyan sadrını nurlandırıyor, zandan kaçınan zulümden kurtuluyor, gıybet etmeyen yüceliyor…

Uygulanmayan bilmek, hayata hâkim olmayan hikmet ne işe yarar? Hayata geçmeyen iman; yeniden ele alınmayı, yenilenmeyi, derinlere inmeyi bekliyor… Kendini bilmek için okumalı evvela kişi, kendini bilmeden okumalar yarım okumalardır; meyvenin hamı, pişmeyen yemek, yolun yarısı gibi…

“Kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde fazilet füruşluk nevinden gıpta damarını tahrik etmemek” Kaç defa okunsa anlaşılır, hale yansımadıkça hayata akmadıkça, kaç bin defa okunsa ne kıymet ifade eder? Keyfiyete işlemeyen kemiyet kazanımlar ne kar sağlar? Kömür çokluğu elmas karşısında bir kıymet ifade eder mi? Kalbe işlemeyen, sadra yansımayan kelamlar; kömür kabartmasından ve karatmasından başka ne iş işler?

Okumak yetmiyor anlamadıkça, anlamak yetmiyor idrak etmedikçe, idrak etmek yetmiyor ruha işlemedikçe… Niyetleri temizlemedikçe, niyete ruh, ruha ihlâs katmadıkça konuşmalar tenden öteye geçmiyor…

Akıl midesine gelen hikmet, kalp kabıyla bütün latifelere, latifelerden azalara taşınırsa tasannu, ucb, fahr, riya, şöhret, gıybet, haset, nefret, boş konuşma gibi kötü hasletler uzak olur; nefis kandıramaz, şeytan kancayı takamaz… Nefsiyle mücadele ve mücahede eden, şeytandan istiaze ve istiğfarla Allah’a sığınan; vakti kalmaz ki mümin kardeşiyle didişsin, onunla çekişsin, onunla çatışsın…

Muhabbet ve uhuvvet kalır geriye; kardeşinin hatasını görürse Settar ismi tefekkürüyle hatayı örtmeye çalışır, Rahim Gafur isimlerine ayine olmak ister, afla yaklaşır, bağışlamakla bağrına basar…

Bediüzzaman bir başına nasıl meydan okumuştur? “ Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve Hakta bilmelisiniz” i yaşayarak, hilesizliği en büyük hile sayarak, “Sizin vazifeniz hizmet değil, muhabbet, uhuvvet, tesanüdü sağlamaktır” ı ihtar ederek…

Hiç birimiz kusursuz değil, hiçbir zaman da kusursuz olmayacağız; bize düşen kusur gösterici olmak değil, kusur örtücü olmak… Okumaksa önce kendimize okumak, itham etmekse nefsimize itham etmek, şefkat etmekse kalplere şefkat etmek, nefret ise nefrete, kinse kine, adavetse adavete, muhabbetse muhabbete…

Bütünün parçaları birbiriyle çarpışırsa bütün nasıl var olur? Vücud nasıl devam eder, fabrika nasıl çalışır? Gün olur vücud sönmez, fabrika çark etmez mi?

İyisi mi başkalarıyla konuşma kalabalığında kaybolmaktansa, suskunluğun derinliğinde, her birimiz hepimiz için hep birlikte çağlayalım: “ Ya Rab kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et. Emaneti kabzetmek zamanına kadar emanette emin kıl.”

Ve ekleyelim: “ Allah’ım, bizi nefsin ve şeytanın şerrinden, insi ve cini şeytanların şerrinden muhafaza eyle.”

Âmin.

Hüseyin EREN

 

   

Ey Nebi! Sana bakanların penceresinden ayırma beni….

Efendimiz’i (sav) ağlatan ayet …..

Tefekkür, insana mahsus bir özelliktir.
İnsan, tefekkür sayesinde diğer varlıklardan ayrılır ve üstün olur.
Tefekkür ancak kalpte tasavvuru mümkün olan şeyler hakkında yapılabilir.
Onun için, Allah’ın yarattığı varlıklar hakkında tefekkür mümkün;
fakat Allah’ın zatı hakkındaki tefekkür mümkün değildir.
Çünkü Allah hiçbir şekilde suret olarak vasıflandırılamaz ve

şekil olarak hayal edilemez.
Efendimiz (sav)’e en çok tesir eden ayetlerden biri, tefekkürle ilgilidir.
İki kişi Hz. Âîşe (r.anhâ)’yı ziyaret etmişler.
Onlardan biri, “Hz. Muhammed (sav)’de gördüğünüz

etkileyici bir şeyi bize anlatır mısınız?” deyince,
Hz. Âîşe (r.anhâ) şöyle demiştir:
“Allah Rasûlü (sas) bir gece kalktı, abdest alıp namaz kıldı.
Namazda çok ağladı.
Gözlerinden akan yaşlar sakallarını ve secde esnasında yerleri ıslattı.
Sabah ezanı için gelen Hz. Bilâl (ra), “Ya Rasulullah (sav)!
Geçmiş ve gelecek bütün günahlarınız affedildiği halde,

 sizi ağlatan nedir?” deyince, O,
“Bu gece Yüce Allah bir ayet indirdi. Beni bu ayet ağlatmaktadır” dedi

ve ayeti okudu:
“Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün

birbiri ardınca gelişinde düşünen insanlar için elbette birçok dersler vardır.”

(Âl-i İmrân, 3/190)
Ondan sonra Rasulullah (sav), “Bu ayeti okuyup da üzerinde tefekkürde bulunmayan, düşünmeyen kişilere yazıklar olsun.” dedi.
Bu ayette, tefekküre davet edilen akıl sahiplerinin durumunu açıklayan

bir sonraki ayetin meâli de şöyledir: “
Onlar ki Allah’ı gâh ayakta divan durarak, gâh oturarak, gâh yanları üzere zikreder,

göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler ve derler ki:

 “Ey büyük Rabbimiz! Sen bunları gayesiz, boşuna yaratmadın.

Seni bu gibi noksanlardan tenzih ederiz.

Sen bizi o ateş azabından koru!” (Âl-i İmrân, 3/191)

 

Bu gece sabaha kadar bir yağmur ağladı bir de ben…
Gece ve sessizlik çekiyor beni içine kayboluyorum dehlizlerinde…
Duvarlar yüzüme vuruyor acılarımı aynalarsa çokdan küsdü gözlerime…

Merhamet diliyorum Allah’ım Merhamet…
YARABBİM !

”Ya Yükümü Hafiflet….

Ya Da Bu Aciz Kuluna Güç Lutfet….

 
 
 

Görmeyince tükenseydi sevgiler, insan varlığı boyunca göremediği Rabbine böylesi muhabbet duyar mıydı? Gözümün değil gölümün gördüğü sevgili arkadaşlara selam olsun!…

 
 

 

  

Ay Günde…Güneş Gecede…Aşk da Sende Gizlenmiş…
Es Salatü Ves Selamu Aleyke Ya RasulAllah…
Es Salatü Ves Selamu Aleyke Ya HabibAllah…

  

İnsanlarla münasebetin ateşle münasebetin gibi olsun;

çok yaklaşma yanarsın, çok uzaklaşama donarsın…
”Sadi Şirazi”

 
 

Kalpten kalbe giden yol  ….
 

“Dikkat ediniz ki, insanın cesedinde bir et parçası vardır.
O et parçası sâlih oldukça bütün vücuddaki âzâlar sağlam olur.
Eğer o fâsid olursa bütün cesed bozulur.
O et parçası kalptir.”
(Hadîs-i Şerif)

Kalbine iyi bak sevgili sûfî… Mevlânâ’nın Uzak dediğin yer ancak bir karış diyerek adres verdiği kalbine… Aşk’ın Hüsn için nice basamaklardan geçip, nice engelleri aştığı kalp ülkesine… Sadef içinde inci gibi parlayan kalbine… Öyle iyi bak ve öyle iyi gör ki; himmetle inen ve hikmetle süslenen aşkın senden aşkın bir hâl alsın. Taşkınlarca sevgilinin diyârına ulaşsın. Korkma… Âşık ve mâşuk arasında öyle bir yol vardır ki, içinden geçen bütün cümleler hurûfî bir edayla tek tek ulaşır muhatabına. Kalpten kalbe yol vardır. Çünkü Fi’l kalbi mine’l kalbi ile’l kalbi sebîlâ…
Kalbine iyi bak sevgili sûfî… Kalp ki maddeden öte mânâ, dikenden öte gül-i rânâ… Sula sevgili sûfî, sula. Kan nehirleri arasında kalan kalp vadisini istek, aşk, marifet, istiğna, tevhid, hayret ve yoklukla sula. Sonrası bekâ… Sonrası sıla… Kalbin ki, bütün yolların kaynağı ve bütün yolların son durağı. Cânânı aramak için kalbinden çıktığın bu yolda varacağın yer yine kalbin aynası… Çünkü ey sevgili sûfî… Seven ve sevilen birbirinin aynısı. Mevlânâ boşuna söylemedi ya: Gönül, kemâlinden bir iz bulunca; can, canı içinde seni buldu. Mevlânâ mıydı bulan, yoksa Şems-i Tebrizî miydi arayan? Aranmakla bulunmuyorsa, ancak bulanlar arayanlarsa neydi bu ikiz ruhları karşılaştıran? İki bedeni tek ruha, iki kalbi tek aşka bağlayan zincirin adı neydi? Dil, muhabbet dese de bütün dillerden yüce, bütün dillerden öte bir şeydi. Lisân-ı hâl bile bu muhabbetin sırrını çözmeye yeterli değildi. Aynı anda fikretmek, aynı anda hissetmek ve aynı anda zikretmek… Kalpten kalbe giden yolu sözden öze dökülen bir sohbetle, gözden gönüle akan bir ateşle beslemek… Doyumsuz bir ateşle beslenmek… Ve Aşkî’nin kaleminden:
İftirâk-ı sohbet-i cânâna doymaz gönlümüz
İhtirâk-ı âteş-i hicrâna doymaz gönlümüz
Kalp kalbin diğer yarısı ve bundandır ki kalp kalbe karşı… Çünkü üç harfe ve beş noktaya gizlenen bir lugat var arada. Çünkü Fi’l kalbi mine’l kalbi ile’l kalbi sebîlâ…
Kalbine iyi bak sevgili sûfî… Çağlar öncesinden devraldığın ve çağlar ötesine sakladığın, her yanını aşkla donattığın kalbine… O kalp ki mücellâ, o kalp ki müstesnâ… Sen değil miydin, Bende Mecnûn’dan füzûn âşıklık istidâdı var, diyen? Âşık-ı sâdık isen, kalbine iyi bak sevgili sûfî… Hikmeti gör. Gör… Aşk odu evvel düşer ma’şûka andan âşıka diyor Fuzûlî. Bil ki, pervanenin kül olması için ilkin mumun alev alması gerekli. Yanan kim, Mevlânâ mı Şems mi? Aşk dâvâsında sen, ben ne fark eder ki? Âşık gelmiş, mâşuk gitmiş ne fark eder ki? Üzerine bastığın toprak aynı ise, geçtiğin yollar aynı ise yan yana durmak şart mıdır vuslat ânında? Kavuşmak, bedenen değil kalben bir olmaktır aslında. Çünkü Fi’l kalbi mine’l kalbi ile’l kalbi sebîlâ…
Kalbine iyi bak sevgili sûfî… Gülden bülbüle uzanan bir dal varsa, mâşuktan âşığa uzanan bir kol varsa kalpten de kalbe giden bir yol vardır. Bu yolda lisân-ı hâlle örülmüş bir muhabbet vardır. Kalbine iyi bak ey sevgili sûfî!.. Kalbini noktalara sakla. Bil ki, bu yolda hükümdar… Hükümdar bile (Muradî) ancak ve ancak bir nokta kadardır:
Elbette bu hâlimden o yârin haberi var
Fi’l kalbi mine’l kalbi ile’l kalbi sebîlâ 
Senem Gezeroğlu

 

 
 
 

PAYLAŞMAK GÜZELDİR.
GÜZELLİKLERİ…MUTLULUKLARI.
HELE Kİ SEVGİYİ…
İLLA Kİ SEVGİYİ…

 

Doldur Yüreğine Dostum  ….

Ey Sözümü işiten Dostum;
Söz, yürekten çıktığı zaman ancak yüreğe gider. Sen de sözlerini yürekten söyle.

Sana söyleneni iyi dinle. Yürekten geleni al, keder vereni bırak.

Güzele çağıranı al, boş olanı bırak.

Rûhunun istediğini al, istemediğini bırak..
Hayat önemlidir. Neşelen ve gül. Hüzünlen ve ağla.

Ne yaparsan yap, ama ALLAH c.c rızası için olsun yaptığın.

Gördüğün göreceğin ALLAH c.c. rızası için olsun…
Sana rahmet veren Rahmandır.

Merhamet veren, sevk veren, ümit veren, sevinç veren, hüzün veren.

Sana yoldaş olan Rahmandır. iyi bil ki, hiçbir yerde bir başına değildin.

Bundan sonra da olmayacaksın. Her zaman yanında olan Rahmandır.
Asla üç sey olma.

 Ümitsiz olma. Şükürsüz olma. Sabırsız olma.

Mevlâyı bilen ümidi bilmeli. Onu bilen şükretmeli.

 Ona inananin sabırlı olmalı her ameli.
O seni terk etsin, peşinden koş git. O yüz vermesin, sen ona yalvar.

Sana, bilmen gereken ve öğrenebileceğin en değerli şeyi haber vereyim mi?

Sahip olabilecegin en kıymetli şey, imanındır.

ALLAH’a inan, mutlu ol. O’na dayan, güçlü ol.
Kimsen yok mu?

 Sözünü dinleyen, acını paylaşan, sevgine sevgisini katacak, kimsen yok mu?

 Sen ister şu var de, ister bu, istersen yok işte, kimsem yok de;

 hakiki bir dostun kesinlikle var.

Sözünü dinleyen, acını paylaşan, sevgine sevgisini katan ebedî dostunu,

 Rabbini unutma!
Ey Sözümü işiten Dostum;
Sözlerim bitti. ışığım söndü. Kandilim tükendi.

Sen bana kulak ver de, sözleri bitmeyene, ışığı sönmeyene,

 kandili tükenmeyene kulak ver. O’nu sev.

Ona kendini sevdir. Onun sevdikleriyle doldur yüreğini…

(alıntıdır)

 

Gün olur elbet biz de toplar dizginleri gideriz geriye dönmeden.. Acılır kapılar bir bir yürekteki ates sönmeden..

 
 
 
 
 
Sen ki suskun gönüllerde saklı kalanları bilirsin,

  ne arzu ediyorsak ver bize  RABBİM….

AMİN…

Bizleri yaratan ve bizlere her türlü nimeti veren,

 insanlığın en karanlık döneminde bir hidayet rehberi olarak Hz Muhammed’i gönderen

alemlerin Rabbi Allah’a sonsuz hamd-u senalar,

O’nun Sevgili Kulu ve Peygamberine salat-ü selamlar olsun!

 

   

Çırpınış….

ŞU KÜÇÜCÜK KUŞ gibi çırpınıyor yüreklerimiz… bir dakika bile durmadan göğüs kafesimizde pıt pıt atıp, can suyunu pompalıyor duruyor..

kalp bir yanda çırpınıp dururken, ruh da beden mahpusluğunda çırpınıyor olmalı…yaşadığımız şu kaotik süreçte, hiç çırpınmaz mı ruh?..hiç çarpışmazlı benlikler?..hiç uçuşmaz mı hayaller, ümitler?…

çırpınan yüreğim "an"ı yaşamaktan geriye dönüp bakamaz oldu..çünkü geçmişe ya da geleceğe bakabilmek, durup düşünmek ister, tahayyül ister, ve en önemlisi vakit ister.

Vakit nimetini çok iyi kullanamadığımız bu dönemde, tüm bu muhasebelerden de uzak kaldım sanırım..

geriye dönüp bu bir ayı düşünmek istiyorum..

öyle çok şey gelip geçti ki gözlerimizin önünden..öyle çok hayat..öyle çok acı…öyle çok ibret…

her nöbet ayrı bir alemdi muhakkak..her insan ve her olay bambaşka kapılara açılıyordu..hangi kapıyı anlatsam..

yakın geçmişten başlayarak sıralasam…80 yaş üstü hastalar mesela..bir asıra yakın yaşamlarına neler sığdırdılar kim bilir..

en acısı, ömür nihayete erecekken, kimsenin kendilerine sahip çıkmaması olmalı..80li yaşlarda bir beyefendi, uzman nörolog ve uzman psikiyatrist, bir bakımevinden getirildi üstülelik çocukları olmasına rağmen…ne acı..

bir başka beyefendi, 1 ay önce sağlıklıyken birden geçirdiği felç ile yatağa mahkum kalınca, ve bir lokma ekmek verecek bir kişi bile yanında olmayınca, 1 ay hiç beslenmemişti hiçbir yere kıpırdayamamıştı..ve bir ayda sırtında 20x30cm’lik bir yatak yarası açılmıştı..tüm organları görünüyordu.."su" diye inlediğini seçebiliyordum yalnızca…ve ertesi gün vefat etti..Allah rahmet eylesin..

bir başka 80 yaş üstü hanımefendinin ise beni görmeden kendisiyle ilgilenen kızı, gayet kırıcı ve kaba davranırken, beni gördüğünde annesine tatlı dille güler yüzle bir şeyler söylüyordu…utandım..o insan adına o insanın annesinden utandım…

gencecik kızlar gördüm, bir sürü ilaç içip canına kıymaya teşebbüs eden..ve bir tarafta 80 yaşında yaşamaya direnenleri de..

genç olan yaşlı olanı, yaşlı olan genç olanı anlamıyordu..

hayatı bir film izler gibi izliyoruz bir aydır…acılara şahit oluyoruz ve bazen mutluluklara…

kan değerlerine bakıyoruz bütün gün..pek çoğu nizam içinde olması gereken değerler arasında seyrediyor..sağlık ne müthiş şey diyoruz..ne büyük nimet..

çok şükür diyoruz..bedenimize, ailemize, konumumuza..her şeye..

tüm bunlara dil ile şükretmek kafi olur mu hiç?….

Rabbim çırpınışlarımızı şükreylesin..Bize merhamet eylesin..

Ve tüm gafletimiz için bizi affetsin…

Dün tefe’ülde çıkan satırlardan bazıları sanırım buraya uygun düşecek..Mevlana diyor ki: "Dünya nedir? Tanrı’dan gafil olmaktır..Kumaş, para, ölçüp tartarak ticaret etmek ve kadın; dünya değildir." 1/983

ardından kitap diyor : Ölçü harika dedim kendi kendime. Zenginlik, çok para, çok altın, servet, kadın Dünya ya da zindan değilmiş meğerse. Sadece bunların insanı sahibinden gafil etmesi, habersiz bırakmasıymış. Vay canına asıl işi anladım şimdi. Ne olduğumuz neye sahip olduğumuz değil mesele. Kiminle olduğumuz. Asıl iş O’nunla olmak. Bu servetle de mümkün. Parasız da. Yapılması gereken O’nun verdiğini onun için harcamak sadece. Paraysa para. Sağlıksa sağlık. Bilgiyse bilgi. Ömürse ömür. ”**

işte böyle dedi tefe’ül…ve etkiledi hepimizi derinden…

bi çırpınış da böyle bitti…

O’nunla kalın inşallah efendim…

Rabia Nazik Kaya

 

   

"Lâ taknetu min rahmetillah"
Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin.
Zümer; 53